An’ın Gerçekliğine Haksızlık Etmeksizin Yaşayakalmanın Yolunu Arıyoruz... /
“Açlık soyut bir histir, onu ortadan kaldıran şey ise son derece somut yiyeceklerdir.”
Yazıma böyle giriş yapmamın dertli bir arka planı var fakat hikayesini burada anlatamayacağım.
İnsanın anlam dünyasıyla bu denli haşır neşir olup yaşamaya devam etmek, insanlık için bir lütuf, ontik havuzda çırpınanlar için bir zulümdür. Ucundan biraz olsun tadanlar, kitaplara, kitapların belkemiğini oluşturduğu meclislere, hayatı biraz olsun çıkarsamanın yarattığı sancılardan yapılma meşklere, adına şiir, şarkı, edebiyat ne dersek diyelim, maddenin olmadığı yerlerde yaşamaya mahkum olurlar. Oralarda yaşamak bir tercih değil, onarılmaz bir mahkumiyettir. Akıl sağlığını koruyabilmenin elde edilebilir tek yoludur. Buraların sakinleri, çok geçmeden Zweig’in ölüm motivasyonunu enselerinde hissederler ve zamanın ruhu, bunu tüm meşru kartlarıyla dayatmaya bayılır.
Hissettiğin ve sonuna kadar haklılığına iman ettiğin tüm çıkarımların, mekanda karşılığı yoksa dikey eksende imkanı da yoktur. Bu durum bir süre sonra imkansızlıklarını önüne alıp “ Ben niye bunları terkimden atamıyorum, neden durduramıyorum?” şeklinde ferdî hezeyanlara gebe kalır. Bu isyan öncesi sessizliğin üzerinde biraz duralım. Zira metanın fiziğine göz diken her insanın paradoksal sonucu olmaklığıyla son derece mühimdir. Bir dine inanmış olmanın gerisinde, görece daha kuşatıcı anlam alanları üretebilmeye üstümüze yoktur. Nesnelliğinin sınanacağı bir kontrol mekanizmasının olmadığı her düşünür, bireysel bir fildişi kulesi olup; son derece karizmatik, son derece haklı, son derece müstağni olabilmeyi bünyesinde barındırır.
Ben acizane bu kulelerin, düşünsel dünyadan izole olmalarına rağmen, reelde gayet tabii hüküm sürebildikleri bir toplumda yaşadığımızı düşünüyorum. Kendi açılarından bakılınca sonuna kadar vereceğiniz haklılık ve duygudaşlığı, toplumsala indirdiğimizde nereye koyacağımızın acısını çekerek büyüdüm. Bu topluma bir ferdiyet yetiştirme çabamı büyütürken; ülkemin ileri gelen düşünürlerinin, aktivistlerinin ve kanaat önderlerinin nasihatlerine ve spektrumu geniş tüm çıkarsamalarına kulak kabarttım. Birçoğunu ayrı ayrı çok değerli buldum ve ne yazarı, ne de okuru öldürmeksizin, kişiselleştirmelerden uzak, algı ve olguyu muhatap alan bir duruşu kovaladım.
Biz biliriz ki “Önem” ve “değer” birbirlerinden farklıdır. Kamusal alanda bir varlık iddiasında bulunmak, tüm yapıp etmelerin en asgari “önemli” olmasını gerekli kılar. Üzerine “değer” ifa edenleri önemli kılabilmekse tadından yenmez bir meziyet olur. O halde “önem”in kamusal, öğretilebilir, tartışılabilir, sınanabilir bir boyutu varken; “değer”in vaziyetininse daha bireysel, anlatılamaz fakat aktarılabilir, öğretilemez fakat hissedilebilir bir yanı olduğunu söylemek istiyoruz. Söz gelimi toplumsal bir aktör, kamuya hitaben bir söylemde bulunduğunda ileri sürdüklerinin kamuya değen, somut ve önemli olması beklenir. Hal böyleyken geçmiş üzerinden içinde bulunduğumuz zamanın değersizleştirildiği bir “nostalji” algısıyla karşı karşıya kalıyoruz. Köklerini, geçmişin bir yerinden alan toplumsal aktörlerin, oralardan çıkıp, kendi geçmişlerini toplumun tarihi haline getirememelerinin sancısını çekiyoruz. Üstelik bu eğilim, ülkenin her kesiminin yakalandığı bir hastalık olarak yekpare bir problem olarak karşımızda duruyor... Bir köşede, dergilerle yürütülen tartışma dönemlerinin iştiyakıyla yanan görece akademik duygusallar; bir köşede, Cumhuriyetin tüm tarihî aktörlerini gittikleri her yerde yanlarında sürükleyerek meşruiyet aracı olarak kullanan ulusalcı duygusallar; bir köşede, şirketlerin hegemonyası altında çırpınan globun karşısında kullanılabilecek tek kalkan olduğuna inandıkları ulusçuluğu giyinen milliyetçi duygusallar; bir köşede, geçmişin bir direniş kimliği olarak başlattığı, zamanla proje kimliği halini almış ve günümüzde meşrulaştırıcı bir kimlik olmasıyla deforme olan dindar duygusallar... Bu kategoriler elbette arttırılabilir ancak yazının iskeletine geri dönelim.
Geçmişin tarih olarak tecrübî bir “değer” halini alamaması, günün beraberinde getirdiği tüm dalgalanmalarda bir kısayol olarak duygusal handikaplara götürüyor bizleri. Nihal Hanım’ın 90’lar Türkiye’sine dair çizdiği resim, bugüne izdüşümü duygusal bir yıkım olarak yansımasaydı, belki bu hezeyanlarla bir müddet daha ses etmeden devam edecektik. Mesele, mezkur yazı değil, mesele; o yazıyı yazdıran ruhun, internetin yıktığı sınırsızlığa mahkum olan, yaşadığı gerçeklikte, dedelerinin köyden getirdiği değer yargılarının hiç bir yansımasını görmeyen, yemek için elini uzattığı elmadan adeta ölene kadar mahrum olacağına dair devasa bir yıkımın arefesinde olan Tantalusların yaşadığı bir süreçte olduğumuzun, daha ne kadar göz ardı edileceğine dair isyanımızdır.
Varlığıyla bizlere hiç değilse samimi bir motivasyon olan sevgili o zamanın ruhuna, okumayı o günden değil, bugünden yapmayı teklif ediyoruz. Değerlerini terkinde barındırarak oluşması amaçlanan bir kültür inşa etmek için çizilen 90’lar Türkiye’sinin, bugün can çekiştiği aşikar. O günün yüksek değerleri, bugüne bakıldığında; nitelikli bir kültürel yapı, her kesimin gönlünü hoş kılacak bir siyasî iktidar, ekonomiyi, adaleti bünyesinde barındıracak şekilde toplumun geneline yayabilecek bir üst çatı doğuramadı. Henüz acı verecek oranda spesifik entelektüel haline gelmedikleri, toplum için nitelikli aktör olarak gördüğümüz isimlerin kültürel tüm çabaları, bugüne bir sistem aklını armağan etmeyi bırakın, peşinden gideceğimiz bir usul dahi bırakamadı. Son derece özgün çabaların yer aldığı 90’lar Türkiye’sinden ne özgün bir ekonomi, ne özgün bir siyaset, ne özgün bir eğitim, ne özgün bir sinema başta olmak üzere; üzerine bir kültür inşa edebileceğimiz kalıcı bir özgünlük zeminini bırakın, en pirimitif addedilebilecek birey-toplum diyalektiğine dair nesnel bir yaşam paketi dahi sunamadı. Üstelik toplum; geçmişin bu kültürel talebine siyasî arenada söz hakkı tanımış, art alanında beraber yürüdükleri entelektüellerin tüm samimi çabaları ekseninde oluşturulabilecek yeni bir muhtemel zihniyet dönüşümü için sahneye çıkarmış, tabiri caizse “biz size inandık, şimdi dönüştürün” diyerekten fırsat tanımıştır. Dahası; boşa çıkan her beklentilerinin ardından biraz soluklanıp, o fırsatı tanımaya devam etmiştir. Hülasa azizim, top yıllardır ayağımızda ve fakat yapılan, tabiri caizse orta sahada top çevirmek olmuştur.
Hasret ve özlemle eski günlere giderek, oradan günümüze duygusal terennümlerin getirilmesi, bugünün gencine bir çözüm olmaktan çok, başaramayacak olma motivasyonunu besleyen faydasız bir kırgınlık sunuyor. Zira bırakın o günlerdeki gibi değer üretmeyi, bize yadigar bırakılan bürokratik ahlaksızlığın gölgesinde; bugünün kamusunda tutunma savaşı vermek gibi, realitenin kendini son derece kesif bir şekilde dayatmasıyla muhatabız. Hangimiz, ne kadar süre godoman bir referansa tamah etmeksizin kamuda yer edinebileceğimizin çetelesini tutuyoruz. Bilinmelidir ki el yordamıyla ülke yönetmenin yansıması, postmodern zamanın pençelerindeki gençlik için devasa bir inanç kırgınlığına tekabül ediyor. Şayet biz, sistemin bir akla denk düştüğü ülkeleri hayatımızda hiç görmeseydik, oralara sanal ya da reel olsun, gitmemizi sağlayan envanterlerin dayattığı gerçeklikten bigâne kalabilseydik, söz gelimi komşunun BMW’sini görmeseydik; bize sunulan TOFAŞ’a şükran duyar, durduğumuz yeri konsolide eden edimlerde bulunurduk. Adaletin dünyanın bir yerinde sistem oluşturabildiği gerçekliklere kör olmadığımız için bağışlayın, bavulu toplayıp ülkeyi terk edemeyecek kadar milletimizi ve tarihimizi sevdiğimiz için bağışlayın, Peyami Safa’nın muharririne bir selam çakıp, Beyoğlu sokaklarında bohemi canlandırmaktan kaçınıp, böyle olmasın diye direnmelerimizi bağışlayın...
Postmodernitenin varlığını konsolide ettiği şu zamanlarda beklenilen; dünyada yaşadığımızdan mütevellit, dünyadan örneklerle somut çıkarımların çoğunlukta olmasıdır. Meselenin ahlaki deformasyonlar, tasavvufî çıkmazlar şeklinde nefsî handikaplarla dile getirilmesi, o güne fayda etmediği gibi, bugüne de fayda etmeyecektir. Bugün hali hazırda üretilememiş sistem aklının nedenlerini, geçmişin ısrarla kendini dayattığı bireysel vicdanların hükümranlığında aramak ve bugün o bireysel vicdana meşruiyet zemini olarak algılanan toplumsal çıkmazlardan konuşmak gerekir. El yordamıyla üretilen inisiyatifî değerlerle taşıma suyunun dönmediğini, küçük kolektif meclislerdeki hakkı ödenmez samimiyetin kamusalda bir sistem oluşturamadığını, üstelik incizabına kapıldığımız takdirde çağın evrensel ayağının devamla göz ardı edilmesine sebep olduğunu kahrolarak hissetmekteyiz.
O dönemin azınlık psikolojisi, yarattığı direniş kimliğiyle şüphesiz son derece samimi ve toplumun kognitif bilinçdışına kadim bir armağan olarak kaldı. Ancak bugün, denenmediğimiz günahın masumu olamayacağımızı yüzümüze çarpan, ağından kurtulamadığımız devasa bir gerçeklik halini almış ve biz ısrarla geçmişi yâd ederek uzatmaları oynamaktayız.
Toplumun tüm mekanizmalarının, içinde biraz biraz kendilerini bulabilecekleri nostaljik değerlerden bahsetmek yerine, ciddiyetle neden hâlâ bu serzenişe ihtiyaç duyduğumuzu masaya yatırma cesaretini göstermesi gerek. Değerin manivelasında dile getirilecek tüm söylemler; varlığını, kamusal gerçeklikle, sistem aklıyla, epistemolojik bir dille, beraberinde getireceği nesnel kabul görecek evrensel ünvanlarla, uluslararası literatürün vukufiyetiyle desteklenmediği sürece, nostaljik bir ses olacak ve bugüne menfi hiç bir dokunuş yapamayacaktır. Şayet yeteri kadar değer verilseydi, kamusal gerçekliğe taşınmasıyla önemli hale de getirilir ve hakkı ödenmiş bir değerin sahibi olurduk. Bugün tarihimizin değer addettiği tüm parametrelerin itibarını iade etme çabasını omuzlarımıza yüklenmiş olduğumuz halde; bu motivasyonla yürürken yer yer ruhsuzlukla, ve hatta pozitivistlikle yaftalanmaktayız. Yazıdan hiç bir şey anlaşılmazsa dahi şunun anlaşılmasını isteriz; asla o günün değerini ve samimi çabasını değersizleştirmiyor; aksine, bünyesine an’ın önemini de gark ederek, zaman-üstü, ilkesel bir evrensel ve yerli duruşun hayalini kuruyoruz.
Kültürümüzün ibnü’l-vakt gibi kadim ve felsefesi son derece kıymetli bir şiarı vardır. An, bünyesinde geçmişin tecrübesini ve geleceğin tasarlanabilen tüm ihtimallerinin mümkünatını barındıran, dinamik ve son derece gerçektir. An üzerine konuşmak, beraberinde sorumluluğu kaçınılmaz kılmakta ve aktörlerini kamusal gerçekliğe davet etmektedir. Geçmişin değerli isimlerinin bizler için oluşturdukları ulaşılabilir nesnel gerçekliğin son derece farkında olan, bunun için beklenilenin üzerinde bir kaç nesil sıçrama yapacak bir çabayla yürümüş ve uluslararası çalışmaları muhatap alabilen, ayağı Türkiye’de sabit olmakla beraber, dünyanın tarih ve literatürünün bir ucundan tutan gençliğin, bugün hâlâ değerin oluşturduğu nostaljik bir ruhun duygusal meşruiyetinin gölgesinde kaldığıyla yüzleşmek gerekmektedir. Değerin olduğu bir dönemde önemden yoksun, önemi elde edebilen bir döneme de değer vermekten yoksun bu toplumsal gidişatı durdurmak gerek. Geçmişi, duygusal bir zeminde konuşmaya devam ettiği takdirde, onure etmekten başka bir şey yapamayacağımızı bildirerek; içinde bulunduğumuz anın ve terkine değerlerini alıp muhatap olduğu zamana, önem zemininde dayattığı başarıların, kadim değerlerimizce desteklenmesiyle sağlanacak zaman-üstü toplumsal bir konsensüs, sizce de umut vaad etmiyor mu?
2000’lerde başımıza gelenlerden, beslendiğimiz düşünürlerden ve girdiğimiz meclislerden tutun, okuduklarımızdan dinlediklerimize varasıya belli bir zaman aralığını resmetmek isterdim. Üstelik çok daha evrensel kabul gören bir fotoğraf olurdu. Peki ama kimin işine yarayacak? 2030’larda çırpınacak çocuklarımızın omzuna bir posta acı da ben yüklemek istemem. Birilerine ulaşacağına dair umudum yok fakat yaşıyoruz işte.... Çıldırmamak için de bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Dedim ya, akıl sağlığını korumak için insanın mahkum olduğu kafesi bir ucundan yaşanılabilir kılma çabası içerisindeyiz. Yaşayakalmak, ulaşılmaz bir ütopya değil, insanın düştüğü yerin farkındalığıyla dile getirdiği bir serzeniştir...
|
Aytulum, Zeyneb Hülya
Son Yazıları
• An’ın Gerçekliğine Haksızlık Etmeksizin Yaşayakalmanın Yolunu Arıyoruz... • Türk İslam Karakteri & Arap İslam Karakteri • Bir Dehlize Yolculuk 2… • Bir Dehlize Yolculuk
Kavram Sözlüğü
Deneme yazılarınızı gönderin, yayınlayalım!
|