İran Gezi Yazısı Ⅲ / ISFAHAN
ISFAHAN
Nısf-ı Cihan yani; “Isfahan, dünyanın yarısı.”
Bir zamanlar Şark’ın en büyük şehri,
İran’ın Floransa’sı olarak da biliniyor.
Zamanında Selçuklu hakimiyetinin önemli siyasi merkezi olmuş ve Tuğrul Bey tarafından başkent ilan edilmiş. Daha sonra, Unesco tarafından koruma listesine alınmış. Şehir; Yahudi, Ermeni ve Mecusiler gibi birçok etnik kültür ve inancı barındırıyor. Bu inançlara mensup olanların ibadethanelerinin yapımına ve kendilerine göre içki üretimine müsaade edilmiş.
Couchsurfing uygulaması üzerinden tanıdığımız Pegah’ın tavsiyesi üzerine bir ailenin üç katlı villasının alt katını iki günlüğüne kiralıyoruz. İran’da bu sistem oldukça yaygın. Aile bireyleri yaşlı bir karı-koca ve bir oğulları var. Bizi araçlarıyla gelip karşıladılar, güler yüzlü ve saygılı insanlar. Tanışma faslından sonra kalacağımız yere geçmeden önce bize safranlı dondurma ve şerbet ikram ettiler.

Müsaade isteyip alt kata geçtik. Çokça duyduğumuz bir söz vardı; “İranlının evinden iki kitap eksik olmaz: Hafız Divanı ve Kuran”. Odaya girdiğimizde kitaplıkta ilk gözümüze çarpan Hafız’ın Divanı oldu. Eşyalarımızı yerleştirdikten ve biraz dinlendikten sonra dışarı çıktık. Yeşilin ve uygarlığın kenti Isfahanı görmek için sabırsızlanıyorduk.
İlk durağımız dünyanın ikinci büyük meydanı olan “Nakşı Cihan Meydanı” oldu.

Isfahan’ın merkezinde Zayende Nehri yakınında yer alan meydanın ortasında büyük dikdörtgen bir havuz, etrafında ise halkın rahatlayıp nefes alacağı yeşil alanlar var. Burası Safeviler döneminde, eski şehir yok edilmeden kent ve doğa ilişkisi göz önünde bulundurularak tasarlanmış. Meydan; iklim, güneş ışığı ve rüzgâr yönü de hesaplanarak “bahçe-şehir” kavramından yola çıkılarak inşa edilmiş. Bu plana “Isfahan Ekolü” deniyor.
Meydanın etrafında ise turkuaz çinilerle süslenmiş İmam Camii, Şeyh Lütfullah Camii ve Ali Gapu Sarayı olmak üzere üç önemli yapı bulunuyor. Bütün güç dengeleri bu merkezde toplanmış. Siyasi iktidar ve dini otoritenin kapıları karşılıklı birbirine bakıyor.
Ali Gapu Sarayı ve müzik odasının tavan detayları en çok görmek istediğim yerlerden biriydi.

Altıncı kata sarmal merdivenlerden çıkarak müzik odasına ulaşıyoruz. Ahşap kubbe dantel gibi işlenerek hem işlevsel hem de sanatsal bir esere dönüşmüş; görenleri hayran bırakıyor. Kalabalık bir grup gelip bizi önüne katana kadar tavandan gözlerimizi ayıramadık. Müzik odasından çıkıp, sarayın çiçek desenli merdivenlerinden inerek Tarihi Kapalı Çarşıyı geziyoruz.
Çarşıyı gezerken dükkanlardan gelen tık-tık sesleri bizi içeri davet ediyor. Meraktan sese doğru ilerliyoruz. Dükkândan içeri başımızı uzattığımızda üç kadın nakkaş, hafif çekiç darbeleriyle önlerindeki bakır levhaya desenler çiziyordu. Öyle dalmışlardı ki gelen kim diye merak edip başlarını kaldırıp bakmadılar bile. Biz de çekiçlerin ritmini bozmamak için usulca oradan ayrıldık.
Isfahan halıları ve dokumalarıyla ünlü.
Gelirken niyetim buradan bir Afgan halısı alıp dönmekti. Çarşının girişinde hediyelik eşyalar olduğundan halı mağazalarını görememiştik, meğer onlar eski çarşıya yakın yerde imiş. Kapalı çarşı o kadar büyük ki gitmekle bitmiyor. Halı mağazaları sanat galerisini andırıyor. Tablo haline getirilmiş çerçevelenmiş halılar her yerde. Eskiden “kahveci güzelleri” resimli duvar halıları olurdu, onların benzeri halılar duvarlara asılmış.
Minyatür tablolar, telkâri işleri, cam işçiliği örnekleri, seramikler, el işi hediyelikler satılıyor. 16 km uzunluğundaki çarşıyı gezmekle bitiremiyoruz. Hediye almak için bir mağazaya giriyoruz, bayan tezgahtar bizi “Buyur, azizem...!” diyerek karşılıyor. El işi minyatür tablolardan ve deve kemiği üzerine mineli nakışlar ile işlenmiş mücevher kutulardan alıyor, “Huda Hafız”, yani bizdeki karşılığı “Allah’a ısmarladık” dilekleriyle oradan ayrılıyor ve aynı komplekste bulunan Şeyh Lütfullah Camii’ne gidiyoruz.
ŞEYH LÜTFULLAH CAMİİ
Safevilerin başyapıtı olarak kabul edilen bu cami Şah Abbas tarafından kayınpederi adına yaptırılmış. Camiyi diğerlerinden ayıran bir özellik ise minare ve avlusunun olmaması. Dış kapıdan girip kubbenin en tepesine baktığınızda, eğer uygun açıyı yakalarsanız, tavus kuşu siluetini görebilirsiniz deniliyor. Süslemede hat levhaları ve firuze taşlarla bezenmiş.

Akşam olmak üzere... Meydandaki sessizlik yerini neşeli bir kalabalığa bırakıyor. Havuzun ışıkları açılıp fıskiyeler çalıştığında muhteşem bir görüntü ortaya çıkıyor. Havuzun etrafında akşam serinliğinin tadını çıkaranları, çimlerin üzerinde piknik yapanları görüyoruz. Dondurma ve tatlı kuyruklarına biz de takılıyoruz. Üzerine limon ve gül suyu dökülen donmuş nişastadan yapılan falude tatlısından alıyoruz. Yanımıza gelen bizimle konuşmak isteyen “men de Türkem” diyen Azeriler oluyor, onlarla sohbet ediyoruz. Havuzun etrafında dönen faytonların çıkardığı nal ve zil sesleri ilgimizi çekiyor. Gelin arabası gibi süslenmiş bir faytona biniyoruz. Meydan canlı ve hayat dolu. Yürüyüş yapanlar, bisiklete binenler var. Toplumun sosyal ruhunu en iyi burada gözlemliyoruz. Oradan ayrılıp Akşam yemeğini yemek üzere Daha önce methini duyduğumuz Abbasi Otele geçiyoruz.
Abbasi Otel
Şah Abbas zamanından kalma eski bir handan çevrilen Abbasi Oteli çok beğendik. Geniş bahçesinde akşam serinliğinin tadını çıkaran gruplar halinde oturan birbirinden şık kadınlar, çoluk çocuk gelen ve doğum günü kutlayan aileleri görüyoruz. Biz de fıskiyeli süs havuzunun yanında boş bir masa bulup oturuyoruz.

Herkes elinde bir kâse çorba ile gelip oturuyor. Merak edip birer çorba da biz söylüyoruz. Bizim mercimekli kesme aş çorbamızın daha koyu kıvamlısı. Mercimek dışında içine fasulye, ıspanak ve yoğurt konulmuş. Günlerdir pilav ve kebaptan sonra çorbayı özlemişiz, severek yiyor ve ardından otelin çayhane bölümüne geçiyoruz.
Burası Oryantalist tablolardaki Türk kahvehanelerine benziyor. Tezgâhın arkasında geleneksel çinilerle bezenmiş duvarda kadın figürlü tablolar, tezgâhta büyük bir semaver var, çay bardakları gidip geliyor. Klasik çay ocaklarından farklı ve canlı. Garsonlar dize kadar beyaz elbise üzerine kırmızı cepken giymiş. Başında fes olan kadana gibi bir adam kolunun üzerinde aynı anda birden fazla taşıdığı çay bardaklarının haklı gururunu yaşıyor. Yanlarına gidip bizim için “bardakların dansı” gösterisini yapmalarını rica ediyoruz. Çay, tabak ve bardakların birbirine vurulması sonucu çıkan sesler ayrı bir gösteriye dönüşüyor. Çocuklar başımıza toplanıyor, büyükler oturdukları yerden doğrularak gösteriyi izliyorlar.
Ve alkışlar, bahşişler….
Gösteriden sonra tekrar yerimize dönüyor, gelen çaylarımızı içiyoruz. Burada çaya şeker katılmıyor, kıtlama içiliyor. Çubuğun ucundaki safranlı şekerleri çaya batırıyor veya güllü, mentollü pul gibi şekerleri ağızda bekleterek içiyorlar.

Yanımıza, elinde tütsü kabıyla bütün masalara uğrayan bir garson geliyor. Nazara, kötü nefese karşı elindeki otu ateşe atıyor ve başımızda birkaç kez çeviriyor. Kız kardeşimin bu tarz mistik şeyler ilgisini çekiyor, ateşe atılan karışımın ne olduğunu nereden tedarik edebileceğini soruyor. Hatırlıyorum, kayınvalidemde aynı ritüeli yapar; tuz okur, başımızdan çevirir, ateşe atardı.

Gelirken yanlış yerde inmiş, oteli bulana kadar baya yürümüştük. Gezmek biraz da yorgunluk demekti. Bazen aldığımız notlar elimizdeki harita hiçbir işe yaramıyor, dönüp dönüp aynı yere geldiğimiz, kaybolduğumuz oluyordu. Günde on km. yol yürüdüğümüz oluyor, ayaklarımız kir içinde kalıyordu. Ne “Şezlongdaki Pembeli Kadına” ne de sulu boya resimlerdeki “kır gezintisi yapan kadınlara benziyorduk.
Ertesi gün uyandığımızda ev sahibesi (malulen emekli olmuş bir öğretmendi. Geçirdiği bir kaza sonucu istirahat halinde sürekli evde bulunuyordu.) kahvaltı hazırlamış, bahçeden bizim kata doğru eğilerek bize seslendi.
Kahvaltımızı yaptıktan sonra tekrar Nakş-ı Cihan meydanına yakın mesafede olan Çehel Sütun Saray’ına geldik.
ÇEHEL SÜTUN SARAYI

Safevîler döneminde Şah I. Abbas tarafından yaptırılan Çehel Sütun Sarayı, aslında yirmi sütundan oluşmakta. Sütunların havuzdaki akisleri sonucu oluşan kırk (çehel) sütun görüntüsü nedeniyle saraya bu isim verilmiş.
Kabul salonunun girişinde olan aynalı bir eyvan, eyvanın ortasında ise küçük bir havuz bulunuyor. Sarayın kabul salonuna girdiğimizde, salonunun kubbelerinin altın rengi yaldızlar ve kırmızı, yeşil, mavi gibi çeşitli sıcak renklerle tezhip edilmiş olduğunu gördük.

Salonun duvarlarında, Şah II. Abbas döneminde yapılmış olan dört resim görüyoruz. Duvarlar resimli tarih kitabı gibi. Her odaya girdiğinizde tarih sayfaları tek tek önünüze açılıyor. Gözümüze ilk takılan Çaldıran Savaşını anlatan resimler oluyor. Çaldıran Ovasında karşı karşıya gelmişler; bir tarafta Yavuz Sultan Selim ve çekik gözlü askerleri, diğer tarafta Şah İsmail ve arkasında on iki dilimli başlıkları ve pala bıyıkları ile Kızılbaş askerler. Resmin ortasında, beyaz bir at üzerinde Şah İsmail elinde kılıcı ile savaşırken; karşısında, ortadan ikiye böldüğü Malkoçoğlu’nu görüyoruz. Yavuz ise yanında düzenli bir ordu, top arabalarını arkasına almış bir halde savaşı seyrediyor. Osmanlı askerlerinin elindeki tabancalara karşı Safevi askerlerinin kılıç kullanmaları dikkat çekici. Resimde savaşta galip tarafın kim olduğu belli değil. Mağlup olunan bir savaşı hangi gerekçeyle gelecek nesillere aktararak milli bir bilinç oluşturulmak istenir diye düşünüyoruz. Bütün savaşları Kerbela olayıyla özdeşleştiren Şiilerin, zafer kavramına başka anlamlar yüklediğini düşünerek oradan ayrılarak diğer resimlerin bulunduğu odalara doğru ilerliyoruz.

Eğlence meclisi olduğu anlaşılan bir diğer resimde ise, içki ve yemekle donatılmış sofranın etrafında raks eden kadınlar var ve iki devlet adamı karşılıklı oturuyor. Safevi Sarayı’na sığınmış aman dileyen Sünni Turan Hükümdarlarını maiyetleri ile beraber karşılıklı otururken görüyoruz. Diplomatik anlamda baktığımızda; Şah İsmail’in üstün bir mevkide oturduğunu, Özbek Hükümdarının ise temenna eder şekilde durduğunu görüyoruz.
Yan odaların duvar resimlerine baktığımızda; Yusuf ile Züleyha, Hüsrev ile Şirin, Leyla ile Mecnun ve dönemin sıradan Avrupalı tiplerinin resmedilmiş olduğunu görüyoruz. Gözlerim Taclu Begüm’ü arıyor.
İran resim sanatındaki erkek figürleri eli silahlı sert savaşçı özne erkek tipi olarak kalıplaşmış. Kadın ise, zevk ve eğlence ortamında; dans eden kadın, uzanan kadın ve saçını tarayan kadın imgesiyle sınırlı.
Saraydan çıkıp, çıkışa doğru ilerlerken yöresel kıyafetlerle kadınların fotoğraf çektirdiklerini görüyoruz. Biz de havuzun yanında ağaçların altında hatıra fotoğrafı çektirip oradan ayrılıyoruz.
Büyük meydanı geçip, çift katlı revaklı avludan sonra camiye ulaşıyoruz. Selçuklu döneminde inşa edilmiş ve sonraki dönemlerde de ilaveler yapılmış. Kerpiçten yapılan sütunlar, mimari detaylarla sanat eserine dönüştürülmüş.
Namaz kılacağımızı söylediğimizde bilet kesmiyorlar. Caminin bir kısmı müze olarak kullanılıyor, diğer kısmı ibadet için ayrılmış. İçeri girdiğimizde kadınların kimi namaz kılıyor kimi de yerde oturmuş dinleniyordu. Bir kadın el emeği ürünlerini satmaya çalışıyor, etrafındakilerle kendi aralarında konuşuyorlardı. Olcaytu Han Mihrabı’nın Avrupa da bir müzeye konulması teklif edilmiş. Neyse ki, sağduyulu birileri çıkıp bu işe mâni olmuş.
Mescid-i Cuma Çarşısı
Büyük bir kapalı çarşının kapısından içeri giriyoruz. Burası, daha çok taşra kesimine hitap eden bir çarşı görünümünde. Günlük ihtiyaçlara cevap veren ürünler satılıyor. Giysiler, çeyizlik eşyalar, manavlar, aktarlar var.
Gaz denilen bir tür helva satılıyor. İran çayı, tütün, kurutulmuş Hindistan cevizi, kurutulmuş limonları ve aktar ürünleri ile bizim mısır çarşısının bir benzeri. Bizim en çok meyve kurusu satan yerler hoşumuza gidiyor. Safran, çay ve hediyelik gaz alıp çarşıdan ayrılıyoruz.
|