taht-ı kadem
youtube twitter
Kızıl Şehir / MARAKEŞ


Kuzey Afrika’nın en egzotik şehirlerinden biri kabul edilen, Fas’ın ilk başkenti Marakeş şehrine gitmek üzere İstanbul’dan yola çıktık. (‘Biz’den kastım çekirdek ailem: eşim Fatih, kızım Zeynep Büşra (4), oğlum Ahmet Emin (1) ve ben.) Türkiye’den Fas’a, sadece Kazablanka’ya uçuş olduğundan dolayı, Kazablanka mecburi bir duraktı. Beş saat süren rahat bir yolculuğun ardından ikindiye doğru Kazablanka şehrine ulaştık.

Havaalanında karşılaştığımız ilk kültür şoku dile dâirdi. Açıkçası bu ülkeye gelirken, ana dillerinin Arapça olduğunu bildiğimizden ve ikimiz de anlaşmaya yetecek kadar Arapça konuşabildiğimizden dolayı, dil açısından problem yaşayacağımızı pek düşünmemiştik. Havaalanında ilginç bir şekilde bazı levhaları ve reklam panolarını kelimeleri bilmeme rağmen anlayamadığımı fark ettim. Konuşma dilinde anlaşamama, fasih Arapça (fusha) ve halk Arapçası (âmmice) farklılığından dolayı çeşitli Arap halklarıyla muhataplığımda tecrübe ettiğim bir şeydi. Ancak yazı dilini anlayamıyor oluşumuz ilginçti.  Bu durumu en başta Arapçamızın nâkıslığına verdik. Kazablanka ve Marakeş’i biraz gezdikten sonra ise esefle fark edecektik ki, fasih Arapça ile yazılmış tabelalar Fransızca’dan tercüme edilmişti. Yani Fransızca düşünülmüş, Arapça yazılmıştı. Ana dillerinin, kendilerini sömürgeleştiren ülkenin ifadesiyle şekillenmesi, kendi dillerini yabancı bir dilden tercüme etmek durumunda kalmaları bir ülkenin düşünce kodlarının yok edilmesiyle eşdeğer olmalı… Karşılaştığımız bu durum karşısında, sömürge tecrübemizin olmayışına bir kez daha şükrettik. Halk Arapçası (ammice) ise Berberice ve Fransızca’yla karışmış olduğundan dolayı hiç anlaşılabilecek gibi değildi. Dil parantezini burada kapatarak Kazablanka’ya giriş yapalım. :)

Havaalanından çıkışta bizi altında “ بيم” yazan, Türkçe bir “Hoş geldiniz” tabelası karşıladı. Meğer bizim BİM Fas’ı da ele geçirmiş. Dile dair yaşadığımız şaşkınlığı hemen üzerimizden atarak evimize, mahallemize gelmiş gibi olduk. :) Eşyaları otele bıraktıktan sonra hava kararmadan biraz dolaşma niyetiyle dışarı çıktık. Şehir merkezi Taksim’deki İstiklal caddesine çok benziyordu. Ortasından metro geçen geniş bir caddenin iki tarafında Fransız mimarisiyle yapılmış çok katlı binalar bulunmaktaydı. Caddenin az ilerisindeki büyük meydanda ise valilik, karakol, postane vb. devlet binaları yer alıyordu. Her yerde yerel kıyafetleriyle su satan sevimli amcalar vardı.

 

                     
 
Yemek için girdiğimiz restoranda kızım uyuyakalınca gezimizin ilk günü restoranda son buldu, şehre dâir neredeyse hiçbir şey göremeden hevesimiz kursağımızda otele geri döndük. Uyanmasını bekledik ama uykusunu gece uykusuyla bağlayınca kaderimizi kabullendik. Neyse ki gezi yazılarında Kazablanka’da çok da gezilecek/görülecek bir şey olmadığını okumuştuk. :) Otelden görünen Kazablanka limanı ve II. Hasan Camii’nin gece manzarasıyla yetinmek durumunda kaldık. 

         
 
İkinci gün kahvaltıdan sonra tekrar şehir merkezine gittik. Merkezden yaklaşık iki km. kadar yürüyerek şehirde belki de görülmesi gereken tek eser olan II. Hasan Camii’ne gittik. Bu camii, İslam’ın en batıdaki simgesi olarak, Atlas okyanusunun kıyısında, okyanustan doldurulmuş bir alan üzerine inşa edilmiş. Dünyanın en uzun minaresine (210mt.) sahip olmasının yanı sıra, aynı anda yüz bin kişinin namaz kılabileceği büyüklükte yapılmış. Harika el işçiliğiyle yapılmış görkemli kapıları, içerisine dâir merakı celb ediyordu ancak Fas’ta camiler namaz vakti dışında kapalıydı. Camiye geldiğimizde sabah 10:00 civarıydı. Namaz vakti dışında, sadece bilet alarak turist gibi girme imkanı vardı ve biletler çok pahalıydı. Kazablanka’da görülmesi gereken neredeyse tek eser olması hasebiyle caminin içini de görmeden dönmek istemedik ancak gayrimüslimlerin arasına karışıp bilet alarak camiye girmeyi de nedense kendimize yediremedik. :)

                 
 
Taksi tutarak şehir merkezindeki çarşıya döndük. Bu arada şiddetli bir rüzgar ve yağmur başlamıştı. Çarşının sadece kapalı kısımlarını dolaştıktan sonra öğle namazı vaktinde II. Hasan Camii’ne geri döndük. Çocukları aramızda bölüşerek camiye girdik. Erkekler ana kapıdan girerken, kadınlar kısmının girişi farklı yerdeydi ve cami çok büyük olduğu için o kısma ulaşana kadar epey yürümek gerekiyordu. Kızımla beraber caminin kadınlara ayrılmış balkon bölümüne geldiğimizde, içini görmek için yağmur ve rüzgar altında iki saat oyalanmış olmamıza bin pişman oldum. Balkon iki insan boyunda paravanlarla örtülmüştü ve bu hâliyle turist gibi bilet alarak ana kapıdan girmediği sürece, bir kadının caminin bütününü görme imkanı yoktu. Velhasılı, Türkiye camilerinde kadın mahfillerinde görülen durum Fas’ta da farklı değildi. Haksızlık etmeyeyim; kadın mahfili de başlı başına bir cami kadar büyüktü. :) Fas’ta halkın büyük çoğunluğu Malikî mezhebine mensuptu. Namazda sureler pek aşina olmadığımız, ancak kulağa çok hoş gelen, Verş kıraatiyle okunuyordu.
.

              
 
Öğleden sonra Kazablanka’ya veda edip, Marakeş’e doğru yola çıktık. Üç saat kadar süren rahat bir yolculuğun ardından akşamüzeri Marakeş’e ulaştık. Palmiye ağaçları arasından Marakeş’e girdiğimizde ilk dikkatimizi çeken şey, tüm evlerin kızıl renkte oluşuydu. Binalar farklı mimari özelliklere sahip olsa dahî tek renk zorunluluğu şehrin düzenli ve güzel görünmesini sağlıyordu. Sonradan öğrendiğimize göre bu renk seçiminde kum fırtınalarının kirli görüntüsünden kurtulmak amaçlanmış. Estetik olarak da şehir ilk görüşte gözümüze çok hoş göründü.

Marakeş iki bölümden oluşuyor: surların içindeki eski şehir (Medina), Fransız istilasından sonra inşa edilen yeni şehir (Gueliz). Valizlerimizi Gueliz’deki otelimize bırakıp şehri keşfetmeye çıktık. Marakeş’in görülmesi gereken yerleri çoğunlukla birbirine yakındı. Ayrıca sokaklar araba girişine pek uygun olmadığı için şehri genel olarak yürüyerek gezmeyi tercih ettik, nadiren araba kullandık. Şehrin en büyük camisi Kutubiye Camii’nin yanından geçerek Marakeş’in kalbi Câmi’u’l-Fenâ’ya (Jemaa el Fnaa) vardık. Rivayete göre, eskiden bu meydanda idamlar gerçekleştirilirmiş. Adı bu sebeple “Kıyamet Meydanı” veya “Ölülerin buluştuğu yer” anlamında “Câmi’u’l-Fenâ” imiş. Burası aynı adı gibi pek fena bir yerdi. :) Gezinin sonraki günlerinde de ziyaret etme fırsatı bulduğumuz bu meydan, gündüz yılan, maymun, horoz oynatıcılar, desenli kına yakanlar, falcılar, kaş alanlar, saç örenler, salyangoz pişirenler, argan yağı satanlar, diş çekenler, protez diş satanlar vb. çeşit çeşit ilginçliklere şahit olabileceğiniz bir panayır alanı gibi...

 
                        
  
İkindiden sonra ise meydan birden hareketleniyor: Seyyar yemek çadırları ve gösteri alanları kuruluyor. Hava karardığında cümbüş başlıyor. Kapkaranlık kocaman meydanda gaz lambaları/lüküstürlerin çevresine öbek öbek toplanmış yerel halka gösteriler yapan tiyatrocuları, masal anlatıcılarını, çalıp oynayanları, kadın kılığına girmiş köçekleri, halkın arasına karışma cesaretiniz varsa izleyebiliyorsunuz.
 

         
 
Gündüz gördüğümüz ilginçliklere gecenin keşmekeşi, kendilerinin çalıp söylediği müziklerin birbirlerine karışan sesleri, seyyar restoranlardan yayılan ağır yemek kokuları eklenince meydan biz turistler için daha egzotik bir hal alıyor. Sanki orta çağa ışınlanmış, binbir gece masallarının içine düşmüşsünüz gibi… Maalesef telefonla resim, video çekmek şöyle dursun, izlediğinizi gördüklerinde önünüze uzattıkları defleriyle para isteyen, beklediği miktarı bulamadığında sinirlenen, öfkeli bakışları veya sözleriyle sizi döven bu bedevimsi halk yüzünden masal uzun süremiyor. Satıcılardan, göstericilerden, yapışık dilencilerden ve hırsızlardan kaçarken kendinizi bir anda meydanın dışında buluveriyorsunuz. :) Meydanın çevresine akşamları kurulan çadır restoranlarda oğlak, balık, tavuk, her türlü et, hatta salyangoz pişirilip satılıyor. Hâliyle alışık olmadığımız, kesif bir koku her tarafı sarmış oluyor. O kokudan kaçarken kendinizi taze meyve suyu satıcılarının önünde buluyorsunuz. Harika dizilmiş meyvelerin görüntüsüne özenip, hijyeni göz ardı etmeyi başarabilirseniz en güzelinden bir portakal suyu içebilirsiniz. :)
 

                
 
Meydanın etrafında seyir terasları bulunan kafeler yer alıyor. Keşmekeşin içine dalmayı göze alamayan turistler genelde bu kafelerden film izler gibi meydanı seyrediyorlar. Kafelerin arka tarafındaysa Marakeş’in büyük çarşısı (souk) bulunuyor. Eski şehrin kargacık burgacık, gizemli, labirenti andıran tüm sokakları da bu meydana çıkıyor. Her türlü hokkabazlığa, madrabazlığa şahit olabileceğiniz bu meydan, Unesco tarafından kültürel yaşamı sürdürmek amacıyla koruma altına alınan ilk meydan olma özelliğini taşıyor.

Meydanda en fazla bir saat kadar vakit geçirdikten sonra çocuklar çok yorulduğu için otele geri döndük. O gece, çocukların ikisi birden hastalandı (istifra-ishal). Ve maalesef dönene kadar da iyileşemediler. Bu “çocuklu” bir gezi için istenecek son şeydi ama moralimizi bozmamaya çalışarak gezimizin son iki gününde de fırsatlar elverdiğince şehri tanımaya çalıştık.

Üçüncü günümüzde gezmeye yeni şehirde (Gueliz) yer alan Majorelle bahçesinden başladık. 1919 yılında Fransız ressam Jacquas Majorelle tarafından kurulan bu botanik bahçesinde Majorelle’nin dünyanın çeşitli yerlerinden getirdiği devasa kaktüsler, palmiye ağaçları, bambular ve eğrelti otlarının yanı sıra çeşitli türlerde kuşlar da bulunuyor.



              
 
Ressamın 1962 yılında hayatını kaybetmesinin ardından bahçelerin de içinde bulunduğu mülkü Fransız modacı Yves St Laurent satın almış ve yeniden dizayn etmiş. St. Laurent buraya o kadar bağlanmış ki, 2008 yılında öldükten sonra vasiyeti üzerine külleri bu bahçeye dökülmüş ve anısına bir anıt dikilmiş. Bahçenin içinde Laurent’in tasarladığı kıyafetleri sergilediği bir müzenin yanında, Berberilerin hayatının ve yaşam biçimlerinin sergilendiği minik bir müze de yer alıyor. Bahçenin ve müzelerin tanıtımı gerek broşürlerde, gerekse de bilgilendirici levhalarda sadece Fransızca olarak yer alıyordu. Arapça veya Berberice tek bir kelime dahî yoktu.


       
 
Majorelle bahçesinden çıktıktan sonra, akşam doyamadan ayrıldığımız Câmiu’l-Fenâ meydanına tekrar gittik. Bu sefer -yukarıda betimlemeye çalıştığım- gündüz haline şahit olduk. Meydanın arka tarafında yer alan, tüm sokakları meydana çıkan çarşıyı biraz gezdik. Rengarenk, el yapımı deri ayakkabı ve çantalar, envai çeşit baharatlar, Marakeş’e özgü kilimler, sepetler, hediyelik eşyalar vb. çeşitli yerel ürünü bir arada bulabileceğiniz çarşıda bir şey satın alırken muhakkak pazarlık yapmak gerekiyor. En başta sonradan inecekleri fiyatın dört katını söylüyorlar.


        

Akşam namazını Kutubiyye Camii’nde kıldık. Eskiden bu caminin yerinde el yazması kitaplar satıldığı için bu adı (Kutubiyye) almış. Dikdörtgen formda, Afrika ve Endülüs mimarisiyle yapılmış olan bu cami 1162 yılında inşa edilmiş. Bugünkü Kuzey Afrika, İspanya ve Batı Sahra topraklarına hakim olan Murabıtlar Devletini yıkarak onun yerine geçen Muvahhidler’in en büyük mimari başarısı olarak kabul ediliyor. Şehrin her yerinden görülen 67 metre yüksekliğindeki minaresiyle Marakeş’in simgesi olan bu cami de Fas’taki diğer camiler gibi sadece namaz vakitlerinde açılıyor. Caminin içinde şadırvanın da yer aldığı portakal ağaçlarıyla dolu çok şirin bir bahçesi var. Halkın ters bakışlarına maruz kalmak pahasına caminin ve iç bahçenin birkaç fotoğrafını çektim.


              

Fas’taki dördüncü ve son günümüzde ise ilk önce fayton tutarak şehir turu yaptık. Türkiye’de faytona binenleri çok kınamıştım, Allah affetsin… Faytonla eski şehri genel olarak gezmek yaklaşık yarım saat sürüyor. Bu gezi sırasında şehirde motosiklet kullanımının ne kadar yaygın olduğunu fark ettik. Bir motosiklete 3 kişi bile binebiliyordu. Erkekler kadar kadınlar da aktif bir şekilde motosiklet kullanıyorlardı.

Fayton turundan sonra, gördüğümüz fotoğraflarda ortasındaki devasa havuzuyla kartpostal görüntüsü veren, çevresinde otuz bin zeytin ağacının yer aldığı, halkın mesire alanı olarak kullandığı Menâra bahçelerine gittik. Fotoğraflarda harika görünen o havuz, gittiğimiz mevsimin tersliğinden midir bilmiyorum, kirli bir sudan ibaretti ve bizim için tam bir hayal kırıklığıydı.



      

Oradan çıkıp Marakeş müzesine gittik. Marakeş müzesi, 19.yüzyılda Dar Menebhi Hanedanlığına hizmet vermiş göz alıcı bir mimariye sahip eski bir saray. 1997’den beri müze olarak kullanılıyor. İçerisinde gerek tarihi, gerekse de çağdaş çeşitli sanat eserleri yer alıyor. Tüm Marakeş’de olduğu gibi, bu sarayda da duvarlardaki mozaikler, ahşap oyma kapı ve pencereler zevk-i selim sahibi bir medeniyetin izlerini taşıyordu.



          


Müzenin hemen karşı tarafında Marakeş’in muhakkak görülmesi gereken yerlerinden Ali b. Yusuf Camii ve medresesini de ziyaret etmek istedik ancak tadilatta olduğundan dolayı maalesef içeri giremedik.

Sonraki ve son durağımız Bâhiye Sarayı... 19. yüzyılda Sultan Hasan’ın veziri Ahmet b. Musa için yapılan bu saray, birbirine açılan odaları, odalarının ortasındaki bahçeleri ve bahçelerdeki havuzlarıyla son derece ihtişamlı bir yapı. Sarayın ayrıca portakal ağaçlarıyla dolu görkemli bir dış bahçesi de bulunuyor. Türkiye’de alışık olduğumuz saray müzelerinden farkı, içinin boş olması. Herhangi bir eşya, mobilya vs. bulunmuyor. Kapılara, pencerelere, duvarlara bakarken, içinin boş oluşu fark edilmiyor bile... Muhteşem mozaikleri, tavanlarındaki ince ahşap oymaları ve muazzam duvar süslemeleri bulunan bu sarayın yapımı on dört yıl sürmüş. Sarayın kapılarında ve tavanlarında bulunan el işçiliğine ve bunları ortaya çıkaran zevke hayran kalarak saraya veda ediyoruz. İnsan “mimaride keşke ileriye değil de geriye doğru gitsek…” diye düşünmeden edemiyor. :)



         

Gezi boyunca sanırım en zorlandığımız konu yemek meselesiydi. Gerek çocukların hastalıklarından, gerekse de yemekleri damak tadımıza pek uymadığından dolayı ailecek mütemadiyen Bim’den aldığımız çubuk krakere talim ettik desek yeridir. :) Fas’ta yerel yemek çeşidi açısından çok fazla bir şey de yoktu açıkçası. Fas’a özgü en önemli ana yemeğin adı ‘Tajin’. Yine aynı adı taşıyan koni kapaklı güveç çömleklerde pişirilen bu yemek, çevresi sebzelerle kapatılmış tavuk, et veya balıklı olarak pişiriliyor.




                                               

Tajin’den sonra en meşhur yemekleri harira çorbası ve kuskus. Harira çorbası, içinde et, kuru bakliyat ve çeşitli sebzeler bulunan, baharatlarla yapılan, Türklerin mercimek çorbasına benzeyen bir çorba türü. Kuskus ise bizim bildiğimiz kuskus, ancak çevresinde et ve sebzelerle servis ediliyor. Fas mutfağının en önemli içeceği ise mint tea, yani nane çayı. Türkiye’de çay ne ise, Fas’ta da nane çayı öyledir diyeyim, siz anlayın. :)

Dört günlük Kazablanka/Marakeş hatıralarımızı genel olarak anlatmaya çalıştım. Her ne kadar çocukların rahatsızlığından dolayı gezinin neredeyse yarısını otele mahkum olarak geçirip; gitmeyi planladığımız yerlerin bir kısmına gidememiş, gittiğimiz yerlerin bir kısmında dilediğimiz kadar vakit geçirememiş olsak da, “gördüğümüz kâr” ve “tebdili mekandaki ferahlık”a tutununca Marakeş’in dimağımda güzel bir tat bıraktığını söyleyebilirim. Bir daha gitmek nasip olursa, egzotik meydanında daha uzun vakit geçirmeyi, gezme imkanı bulamadığımız Ali b. Yusuf Medresesi ve Saadian Mezarlarını ziyaret etmeyi, Bahiya Sarayı’nı tekrar görmeyi, ve Madina’nın labirent sokaklarında özgürce kaybolmayı ümit ediyorum.



     
Kutlay, Zahide

Son Yazıları
MARAKEŞ


Kavram Sözlüğü


Gezi yazılarınızı gönderin, yayınlayalım!
Tasarım GORAL