İslam ve Ezelî Hikmet / Frithjof Schuon

Bu kitapta, Schuon'un diğer bazı kitaplarında olduğu gibi, birbirinden bağımsız gibi görünen ama temelde oldukça ilintili kavramsal izahların olduğu makalelerini okuduk. Özellikle bu kitabın, İslam'a dair daha özel değerlendirmelerinin olduğu üç kitabından biri olduğunu, daha başta, Seyyid Hüseyin Nasr'ın kaleme aldığı önsözden öğreniyoruz.
Genel olarak ifade etmek gerekirse, içerik olarak ilk iki makaleyle daha önce okuduğumuz kitaplarında karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Özellikle ilk makalelerin temel olup, gelenekselci ekolün dinlere, geleneğe bakışının ifade edildiği; diğer tüm mevzular için fon oluşturduğu ve esas teşkil ettiği mevzulara dair olduğunu fark ederiz. Sonrasında beşere dair konuların işlenmesi, beşerin duhul edişiyle beraber oluşan ayrışmaların beklenmesi gerektiğine dair işaret gibidir ve akabinde beşerî sınır konusunu işler işlemez gelinen yer, İslam'ın iki ayrışma alanıdır. Schuon ilk olarak Şiîlik ve İslam (Sünnîlik) arasındaki ayrışma noktalarını işlerken, ikinci olarak kelamî mezheplerin en önemlilerinden Eş’arîliğe ve onun İslam'ı anlama biçimine eleştirel biçimde yaklaşır.
"İmkân", "özgürlük", "adalet" kavramları doğrultusunda, Tanrı algısının oluşturulmasından ve ezelî olanın İslam'da nasıl tezahür ettiği anlatıldıktan sonra, "cennet" konusu üzerinde durularak "insan-ı kamil"in istikametinin "cennet"le karşılık bulması resmedilmiş gibidir.
Mutlak’ın kurtarıcılığı iki ana kanaldan tezahür eder. Daha önce “Dinlerde Biçim ve Öz” kitabında detaylıca bu mevzunun işlendiğini biliyoruz. Bu kitapta, "huzur" olarak tercüme edilmiş olan "presence" kelimesi, "Dinlerde Biçim ve Öz" kitabında; hazır bulunuşu, tezahür ve tecelliyi ifade ettiğine işaret edilerek “mevcudiyet” olarak tercüme edilmişti. Buradan hareketle "Mutlak’ın kurtarıcı tezahürü, ya 'hakikat'tir ya 'mevcudiyet'tir" diye okumuştuk. Bu kitapta ise tekraren ve fakat tercüme farklılığı ile "Mutlak’ın kurtarıcı tezahürü, ya 'hakikat’tir ya da 'huzur’dur" diye okuyoruz. Birbirinden farklı şeyler söylemediğini belirterek, İslam ve Hristiyanlık özelinde, Mutlak’ın tezahür edişindeki farklılığa dikkat çekildiğini görüyoruz. Bu iki unsurun, mutlaka ikisinin de; ancak farklı dozlarda diyebileceğimiz bir biçimde dinlerde varlığından söz edebiliriz. İslam, "kurtuluşu sağlayan şey, 'Mutlak hakikat’tir" der. Hristiyanlıkta ise 'ilahî huzur (mevcudiyet)', kurtuluşu sağlayan tezahürdür. Bu ayrım öyle büyük ki, bütün bir dini biçimlendiriyor denebilir. Hristiyanlıkta “Mutlak’ın kurtarıcı tezahürü 'mevcudiyet'tir” ifadesi, hem aşkın hem içkin durumda hakikatin mevcudiyette mündemiç olması hâlidir diye tarif edilebilir. Halbuki İslam'da “Mutlak’ın tezahürü 'hakikat'tir” demek; hakikatin, bizzat "Mutlak’ın hakikati" olduğunu söylemek demektir. Bu büyük ayrım dolayısıyladır ki; aklî, iradî ve hissî tüm alanlarda küllî olarak farklılık söz konusudur. Bir dinden diğerine geçişte sadece kavramlar ve manevî araçlar değil, aklî ve hissî olmak üzere tüm unsurlarda değişiklik gerekir. Gerek İslam, gerek Hristiyanlığın baskın tezahür olarak içerdiklerinin yanında, baskın olmayan “diğeri”ne de sahip olduğunu söylemiştik. Bu durum İslam'ın kendi içinde de farklılıklar, ayrışmalar oluşmasına sebep olmuştur. Önemli bir ayrışma başlangıcı olarak; Hz. Fatıma'nın, Hz Muhammed'in mevcudiyetine istinaden istemiş olduğu ayrıcalık, Hz. Ebu Bekir'in İslamî hakikat adına reddetmesi sonucunu getirmiştir. Bu ayrımla temellenen, sonra daha da büyüyen Sünnî-Şiî ayrımında da benzer biçimde, hakikat ve huzur ilişkisinin olduğunu söylemek gerek. Hz Ebubekir'in hakikat, Hz Ali'nin huzur (mevcudiyet) unsurları ile kişileştirildiği söylenebilir. Ancak şu unutulmamalıdır ki; örnek sahabiler arasındaki ayrılıkta çarpışan şey, onların hırsları değil, iyi niyetleri idi. Ancak dönemin totaliter algısında alternatif bir fikrin kabul edilmesi düşünülemezdi. Aslında sevgi, korku, bilgi gibi unsurlar herkeste bulunuyor şüphesiz; ancak birinde gizli bir şekilde var olanın, diğerinde açığa çıkması, genel anlamda ayrılıklara sebep olmuştur diyebiliriz.
Schuon, gerek başlangıçtaki ayrışmalar noktasını, gerekse günümüze kadarki süreçte Şiîliğin temsil ettiği unsurları derin bir değerlendirmeye tabi tutmuş; onları İslam'ın bâtınîlik boyutunda doğru yere yerleştirmiştir. İslam bâtınîliğinin Şia'dan başladığı gibi bir ifadeye karşı durmakla beraber, zâhirî ve bâtınî alanların birbirinden kesin olarak ayrışmadığı yönüyle özel bir durumu olduğunu ifade etmiştir.
Schuon, Şiîliğin ardından, kelamî mezheplerin önde gelenlerinden Eş'ârîliği ciddi bir eleştirel yaklaşımla değerlendirmiştir. "Eş'ârîliğin en önemli amacı; her şeyi ama her şeyi, yalnızca 'ilahî sebep'e bağlamaktır. Bu ise; yatay ya da ontolojik münasebetler adına, tüm kozmik veyahut dikey münasebetleri reddetmek demektir. Sanki, ikisini bağdaştırmak mümkün değilmiş; ve de yatay münasebetler, dikey münasebetlerin zorunlu imajları değilmiş gibi... Halbuki, Schuon, “yatay münasebetlerin de eşya ile birlikte var olma hakları vardır" der. Eş'ârî gibi bazı kelamcıların düştüğü bir büyük hatayı da tesbit eder ki, o da; ontolojik olanla ahlâkî olanın, mutlak olanla beşerî olanın karıştırılması sonucunda ilahî bir sıfatın Tanrı'nın yerine koyulmasıdır. Schuon, gerek Gazâlî'de, gerek de Eş'ârî'de gördüğü hatalara -ve hatta "mazeretsiz" olduklarını ifade etmesine rağmen- ilişkin şöyle der: "Bir'in mutlaklığını hedef edinen veyahut Allah'ın rızasını güden her görüş (tabii geleneksel ortodoksi çerçevesi içerisinde), hitap ettiği çevrede aksi bir etkisi olmaması şartıyla, muhtemel kusurlarını tazmin edebilir; fakat bu durumda bile o görüş, ahlâken mazur görülebilir. Aynı şey insanlar için de geçerlidir; onların eksiklik ve yetersizliklerini, onları sevdiğimizden dolayı değil; Tanrı'ya olan sevgilerinden dolayı mazur görmeliyiz.
Eş'ârî'de gördüğü hataların ve bu doğrultuda yaptığı eleştirilerin ardından; Tanrı'da, birbiriyle görünüşte çelişen, farklı irade düzeyleri bulunduğuna işaret eden Schuon, yeterince anlaşılmadığını düşündüğü "imkân", "tüm imkân, "kadir-i mutlak'lık", "ilahî adalet" gibi kavramları kendisi açıklar. Daha sonra da, insan-ı kâmil olma yolunda, dairenin tamamlanması olarak varılan “cennet”i kavramsal olarak anlatmadan önce, ilk insan çifti olan Adem ve Havva'nın yaratılış sonrası süreci ve cennetten düşüşünü, İslam, Hristiyanlık ve Hinduizm geleneğinde ifade ediliş biçimini tefsir edercesine anlatır. İnsan aklının parçalanıp bütünlüğünü kaybetmesi, düşüşle beraber "kalp gözü"nün ve bâtınî vahyin yitirilmesi sebebiyledir. “Bâtınî vahiy”, “ezelî hikmet”le aynı şeyi ifade eder ve aslında gizli bir biçimde varlığını sürdürür. Zâhirî vahiyler, yani ilahî dinler, düşüşle birlikte oluşan lekeyi üzerlerinde taşıyarak, cenneti var etmek istemektedirler. Zâhirde, formda düşüşle oluşmuş olan bu leke, bâtında 'hakîkat’te mevcut değildir.
Kitapta “cennet”in anlatımıyla birlikte döngü tamamlanmış olur. Schuon'un diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitap da, kendi içinde bütünlüklü ve özel kitaplarından biri; "İslam'ı Anlamak" ve "İslam‘ın Metafizik Boyutları" kitapları ile beraber, İslam’a dair yazdığı çok kıymetli anlatımlar olduğunu söylemek mümkün.
|
Kaya, Hümeyra
Son Yazıları
• Bir Merkeze Sahip Olmak • İslam ve Ezelî Hikmet • Kalp Gözü • Dinlerde Biçim ve Öz • Varlığın Mertebeleri • Modern Dünyanın Bunalımı
Kavram Sözlüğü
Kitap Tahlillerinizi gönderin, yayınlayalım!
|