taht-ı kadem
youtube twitter
İşkenceci / Alev Alatlı

 



Alev Alatlı’nın ikinci romanı olan İşkenceci 1987 yılında yayımlanmıştır. Çok konuşulan ve ilgi gören bu eser, Türkiye Yazarlar Birliği 1987 Roman Ödülü’ne layık görülmüştür. Alatlı, romanında ‘İşkenceci’ karakteriyle, bir insanın bu toplumda aile, toplum, eğitim ve dönemin otoritelerinin el birliği ile profesyonel işkenceciye nasıl dönüştürüldüğünü anlatmıştır. Bununla birlikte 1964 toprak reformu yasa değişikliği yıllarının ele alındığı bu dönemin Türkiye’sinde, siyasi, ekonomik, sosyal ve eğitim gibi konulara da yer vermiştir.

“Türkiye'de işkence gören ile işkenceci arasındaki fark, Birinci Şube'de tutukluyu polis memurundan ayıran, kötü kontrplak kadar incedir. Mazlumla zalim her zaman yer değiştirebilirler. Çünkü bu ülkenin insanı ‘mezalim’e tepki göstermeyecek kadar zalim olabilir.”

Yazarın kitap tanımındaki bu cümlesi kitabın ana fikridir diyebiliriz. Mazlum bir ömür boyu haklı kalabilir mi, yoksa gücü eline geçirdiğinde mazlumken gördüğü muameleyi zayıf olana uygulamaktan imtina edebilecek mi? Bu topraklarda işkencecilerin yetişmesi için her türlü zeminin hazır olduğu kitapta çarpıcı bir şekilde anlatılır. Bu toplumun köylüsü, kentlisi, eğitimlisi, cahili, illegal otoriteler ve devlet yönetimi şiddet uygulamak açısından birbirlerinden çok farklı değildir. İşkenceci’nin işkenceci olma aşamasındaki faktörlerin başında ailesi ve yetiştiği ortam gelir. Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim sistemi bunu takip eder. Dini eğitimi için gittiği Kur’an kursları da bundan farklı değildir. Obskürantizm, yani bir yönüyle ‘büyüklerimiz bilir’ mantığından kurtulamayıp, çıkarları gereği otoritelere kurban olması da işkenceci olması yolunda en önemli faktörlerdendir. Sıra özgür iradesine geldiğinde, yukarıda zikrettiğimiz etkilerden kurtulamayıp vicdanının sesini duyamaması da kendi öz benliğine düşen paydır. 

Yazarımız, İşkenceci’nin eğitim hayatını anlattığı satırlarda dönemin eğitimine çok ciddi eleştirilerde bulunur. Ayrıca Türkiye’deki eğitim sisteminin insan üzerindeki olumsuz etkilerini de aşikâr eder. Romanda işkence türevlerinin soyut ve somut yönleri girift bir şekilde anlatılmaktadır. Bu geçişler okuyucuyu biraz zorlayabilir ancak olayların içine girildiğinde, işkenceci karakterlerin geçmişlerinin izlerinin iç dünyalarındaki etkisi, geriye dönük geçişler halinde verildiğinde kişide hayret duygusu uyandırır. Eserde İşkenceci’nin adının hiç zikredilmemiş olması karakterlerle özdeşleşmeyi kolaylaştırır. Çünkü her insan karşı taraf üzerinde otorite kurma ya da zulüm karşısında sessiz kalma potansiyelini içinde barındırır. Romanda işkenceci bir tane değildir. Etrafında İşkenceci’yi insan olmaktan çıkaran birçok işkenceci vardır. Bunların iç dünyasındaki ortak özellikler farklı perspektiflerden verilir ve okuyucu kontrplağın hangi tarafında olduğu yönünde kendisini sorgulamaya başlar.

Alatlı’nın defalarca okuma isteği uyandıran İşkenceci romanı, toplumunu, tarihini bilmek isteyen, insan olmak yolunda derdi olan ve özellikle eğitimle ilgilenen herkese tavsiyemizdir.

İşkenceci’nin Ailesi ve Yetiştiği Ortam

Kitap, İşkenceci romanından bağımsız olarak kısa bir hikâye ile başlar: Paris’te hayvanat bahçesinde iki haftada bir boğa yılanının oğlağı yutması şöleni vardır. Halk bu gösteriyi büyük bir coşkuyla izlerken, beklenmedik bir şekilde oğlak boğa yılanına üç saat boyunca direnir. Sonunda görevliler oğlağı kafesten çıkarıp kahraman ilan ederler.  Halk bundan böyle boğalardan ziyade keçiyi görmeye gelir.

“Önce kendine güven duymak.

 Sonra sebat etmek.

Bütün mucizeler, işte bu iki huydan doğar.” (Alatlı 2009: s.2)

Bu hikâye ile romanın ortak noktası, zalim, mazlum ve seyirci üçgenidir. Yılanın keçiyi yemesi ya da keçinin yılanı alt etmesi değildir şaşılacak olan, asıl mesele halkın bunu şölene dönüştürmesidir. Oğlak açısından yılanı alt etmesi veya ona yenik düşmesi değil, kıymetli olan boğayla verdiği mücadeledir. Gerek hikâye, gerekse roman, “Siz ne yapıyorsunuz?” “Bütün bu olanlar neden?” sorularının muhatabı olacak niteliktedir. Hikâyenin sonunda yazarımız okuyucusunu yedi soruyla düşündürmek ister. Dikkatli bir okuyucu satır aralarında soruların cevabını bulacaktır.

Okuduğumuzu anladık mı?
  1. Direnemeyen oğlaklara ne olmuş?
  2. “Şölen” ne demek?
  3. Boğa yılanı niçin kafeste?
  4. Oğlakları önceden öldürseler olmaz mı?
  5. Halk niçin soluk soluğa coşkulu?
  6. İşkence neye denir?
  7. “Şecaat arz ederken sirkat söylemek” ne demektir? (s.3).
İşkencecinin, işkenceci olma hikâyesi doğumuyla başlar. Abdurrahman Ağa’nın dört kız çocuğundan sonra nihayet oğlu olmuştur.

“Dört kız; dört bela. Oğul gökte yıldız, yerde mücevher, tarlada saban, hükümette kâtip, kavgada silah, yaşlılıkta para, gençlikte tebaa! (s.7)

Ve işkenceci olma serüveninde;

“Bebek ilk kültürel dersini aldı; bedeninin gereksinimleri uyarınca hareket edemezdi. İçgüdüsel tepkileri kendisine zarar verebilirdi. Yüzünü çizebilir sağa sola dönerken bir yerlerini acıtabilirdi. Kendi iyiliği için bağlanması gerekliydi. Büyükleri elbette kendisinden daha iyi bilirlerdi. Bu kelimelendirilmemiş, ama temel bir telkindi.” (s.6)

“Morarması haykırması kar etmedi. Havayı olsun tepemedi. Başını kaldıramadı. Bir şeyleri yakalayıp destek bulamadı. Sırtüstü yatma zorunluluğu görüş açısını kısıtladı. Hâkim güçleri saptayamadı. Serbest bırakıldığı saatler, insan yapısı tarifeler, biyolojik saatine uymadı. Keyfi bir otoritenin elinde tutsak duygularını denetlemekten başka yaşam şansı yoktu. Öyle yaptı. Geri çekildi, kendisine kilitlendi. Razı oldu, sabretti. Kundağın açılacağı, hareket özgürlüğünün bahşedileceği süreçleri, kanının serüvenleri, bağırsaklarının kıpırdamaları ile oynayarak bekledi. (s.6)

Obskürantizmi benimsemesi kundaklanmasıyla başladı işkencecinin. Dersini öyle iyi aldı ki, kundağın kendisine yaşattığını yetişkin olduğunda başkalarına uyguladı.

İşkencecinin bakımıyla ilgilenen çok fazla kadın vardı etrafında. Bu sebeple annesiyle direkt teması hiç olamadı. Ve anne kucağına hasret büyüdü. Üç yaşına geldiğinde ağa oğlu olduğunun farkına vardı. Yetiştiği ortam ‘Biz’ toplumuydu. Böyle bir ortamda özgür irade ihanet sayılırdı. Bölgede devlet kadrosundaki büyüklerinin, şeyhlerin, ağaların sözünün üstüne söz söylenmezdi. Herkesin kendisinden bir üst otorite karşısında olay ne olursa olsun boynu kıldan inceydi.

“Kadınlar, kahyalar, hizmet görenler, köylüler, köpekler, traktör, disk harrov, hepsi kendisine aitti. Yediren, giydiren, döven söven, oydu. Hastaneden, hapishaneden kurtaran oydu. Çıkarı bu mutlak güçle ittifak gerektiriyordu. İttifak itaatle mümkündü. Öyle yaptı. Ödülü kendi tebaası oldu. Kendi tebaası, sülalesi… Kendisine aitti, çünkü o Recaioğulları’ndan, üstelik Ağa’nın oğluydu.” (s.15)

“Babaya, yani, güçlüye itaat, tebaaya tahakküm; itaati tahakkümün birincil yardakçısı kılan, soyut olduğu kadar somut bir gerçek. Recaioğulları sülalesine ait olduğu gerçeği. Bu dünyadaki ortak rahimdi Recaioğulları.” (s.15)

Kendi varlığını, Ağaoğlu olması ve tebaası üzerinden tanımladı İşkenceci. Kendini gerçekleştirebileceği varoluşsal bir zemin oluşturamadığı için özgür irade sahibi olamadı, toplumunun yoğurduğu bir insan olarak kaldı. Yetişkin olduğunda da itaat ettiği güç, devleti oldu. Tebaası da işkence ettiği insanlardı. Kaderini değiştiremedi.

Böyle bir ortamda yetişen İşkenceci’de ‘büyüklerimiz bilir’ mantığı karaktere dönüştü. Yetişkin olduğunda da ‘büyüklerimizin bir bildiği vardır’ deyip sorgulamadan insanın kanını donduracak işkence manzaralarının bir parçası olabildi.

İşkenceci’nin çocukluğunun geçtiği bölgede, obskürantizm algısının toplumda zulme dönüştüğünü anlatan olaylardan bir kesiti burada paylaşmak isterim.

“…Efendinin Melike’yi okumaktan geldiğini bilmeyen yoktu.

“Daha on ikisindedir,” dedi Abdurrahman Ağa, “zulüm mü ettik evlendirmekle?

 Uzun uzun sustu Şeyh.

“Kızın küçük yaşta evlendirilmesi caizdir,” buyurdu, “Caizdir amma, adet görmeden zifafa girmesi haramdır. Hâkime intikal ettirilmesi halinde tazir cezası caizdir.”

Sözü edilen hâkim Cumhuriyet hakimi değil, Halife-i Müslimin’di. Tazir cezasının ne olduğunu bilen yoktu. Akıllarda kalan kötü bir iş yapılmadığı oldu.

“Allah kurtarsın.” dedi, Abdurrahman Ağa, diğerleri katıldılar.” (s.8)

‘Büyüklerimiz bilir’ mantığı ile zulme seyirci kalanların zulmü nasıl beslediğini gözden kaçırmamak lazım.
İşkenceci, kan dökmenin kutsal olduğu bir ortamda büyüdü. Kan ile ilk tanışıklığı, bebekliğinde kendi varlığı için kurban edilen koçun kanının babası tarafından alnının ortasına sürülmesiyle başladı. Bu durum kan davalarına tanıklığı ile devam etti.

“… Kan davası doğal sonuçtu. Cezalandırmanın ötesinde, ödeşmeydi. Ödeşme, lekesiz, yeni bir konuma yerleşmekti. Radyoda istasyon değiştirmek, geçmişin taleplerinden azade, bambaşka bir düzleme ulaşmaktı. Sıfırdan başlamaktı. Maktul için de, katil için de ba’s-ü ba’d-el-mevt. Önce dökülen kanın inkârıydı. Hiç dökülmemiş gibi olmasıydı. Huzurdu.” (s.11)

“Radyoda istasyon değiştirmek” ve “Kafdağı’nın ardındaki adam” cümleleri romanda sık karşımıza çıkar. Bunlar işkencecilerin ortak özellikleridir. Yaşadıkları olumsuz olayların etkisinden kurtulmak radyoda istasyon değiştirip başka bir frekansa geçmek kadar kolaydır onlar için. “Kafdağı’nın ardındaki adam” ise bazen Hz. Muhammed, bazen Atatürk bazen bir şairin hakikate dair sözleri olarak çıkar karşımıza. Başka bir deyişle, iç seslerdir bunlar. Her insanda olduğu gibi işkencecilerin de peşini bırakmaz, sürekli fısıldar, sesini duyurmak ister. Ancak öğretilmiş cümlelerin sesi galip gelir. Bu iki cümle, kişinin iradesine, seçimine vurgu yapan öğelerdir. Bu seçimler kişinin kendisiyle alakalıdır ve kaderini belirler. Hz. İbrahim misali hangi otoriteye kurban olacağının seçimidir. Bir yol ayrımıdır.

“Rabbim, bana Salihlerden bir çocuk armağan et!”

Bin yılların duası Abdurrahman Ağa’yı Hazreti İbrahim’e hemavaz etti. Biri İsmail’i, öteki İşkenceci’yi kurban etmeye hazırlandı. Yüce otoritenin çağrısına iç huzuru ile teslim oldular. Tek anlaşmazlıkları, kime tapılacağıydı.

Çok iyi tanıdıkları bir adam, acıyla fısıldadı:

“Kavim, kabile asabiyeti güden bizden değildir. Kavim ya da kabile asabiyeti ile savaşan bizden değildir; kavim ya da kabile tutkusuyla ölen bizden değildir!”

Duyuramadı.

İşkenceci’nin yolunu saptıran, Kafdağı’nın ardındaki, adı duyulmadık düşman oldu. (s.17)

Abdurrahman Ağa’nın düzeni toprak reformu sebebiyle altüst oldu. Ne suç işlediğini bilmeden altı ay hapiste yattı. “Sonra bir gün salınıverildi. Bütün açıklama “55”lerden olmadığının anlaşıldığı,” oldu.” (s.22) Topraklarını “hayrına” dağıttı. “Vazgeçemeyeceklerini toparladı, meçhule göçtü. Meçhule, yani İstanbul’a.” (s.24)

“Ardından, Kafdağı’nın oralardan bir ses yükseldi.

“Halife sensin, halife sensin! Ağalık kaderinse, akıl da, irade de, özgürlük de kaderindir! Sen meleklerin secde ettiğisin. Sen insansın!”

Teneke sesleri bastırdı.” (s.24)

Abdurrahman Ağanın ağalığı memleketinde kaldı. Kendi topraklarında tebaası, kadınlar, hizmetçileri etrafında pervane olup saygıda kusur etmezken şehirde azarlandı, adam yerine koyulmadı.  Garip olan ise bunu kendisinin bile olağan kabul etmesiydi.

“Abdurrahman Ağa” elin avradına yakarmaktan yüksünmedi. Kadına itaat, dişiyi kamufle eden kıyafet devriminin lütfu olsa gerekti. İşkenceci babasının yaltaklanmalarını yadırgamadı.” (s.44)

İşkenceci’nin Eğitim ve Öğretim Hayatı

İşkenceci’nin eğitim öğretim yaşı geldiğinde, bir ömür olumsuz izlerini üzerinde taşıyacağı bir başka faktör öğretmeni oldu.

Mefaret öğretmenin çocukluğu taşrada geçmiştir. Resim yapmaya olan yeteneği oldukça iyidir. Hocasının teşvik etmesiyle Kız Sanat Enstitüsü’ne yerleştirilir. Ancak burada kabiliyeti hiç takdir görmez. Sanat için yapılan derin yorumların kendi anlam dünyasında karşılığını bulamaz. Hocalarının sanat anlayışını algılayamaz, ne yapsa içlerine giremez ve bu ortamda kendisini yabancı hisseder. Bu camiada yer edinemeyeceğini anlayınca sanatı bırakıp vatanına milletine yaraşır bir öğretmen olmaya karar verir ve kendisini öğrenci yetiştirmeye adar.

“İmtiyazsız sınıfsız kitle düşü, bireylerden bir blok oluşturmakla gerçekleşebilecekti. Bloğu oluşturan tuğlalar, elbette aynı en, boy, yükseklikte olmalıydı. Fabrika hatalarına yer yoktu. Onlar kırılır, atılırlardı. Mefaret öğretmen iyi bir öğretmendi. Öğrencilerini topluma kazandırmaya ant içmişti. Daha ilk günden koydu tavrını: ‘Ya adam olursunuz ya da olursunuz.’” (s.42)

“‘Adam’ olmanın ilk koşulu, kurallara uymaktı. Sınıfta, tahta sıraların batan sertliğinde saatlerce dimdik oturmak, elleri sıranın üzerinde kenetli tutmaktı. Sağa sola kaykılmamak öteye beriye dayanmamaktı.” (s.43)

Mefaret öğretmenin gözde öğrencileri modern ailelerin çocukları oldu. İşkenceci tipindeki öğrencilere tahammülü yoktu. Bunlar genelde başarılı olamazlar, pis kokarlar, konuştukları anlaşılmaz, dahası laftan anlamazlar, bu öğrencilerin layık olduğu yer arka sıralardır. Bu muamelenin asıl sebebi İşkenceci tipindeki öğrencilerin Mefaret öğretmene bir türlü halleşemediği­, her geçen gün daha da yabancılaştığı geçmişini hatırlatıyor olmalarıydı. Onu rahatsız eden bu duygunun acı sonucunu işkenceci tipindeki çocuklar yaşamış oldu. Mefaret öğretmen için modern öğrenci tipleri sevilip takdir edilirken, kendisi gibiler sıranın en arkasında ötekileştirdikleriydi.

“Hazır ol!”

İtiş kakış toparlandı çocuklar.

“İstiklal Marşı! Ses veriyorum!”

“Kork-maaa!” diye çığırdı Mefaret Öğretmen.

“Kork-ma!”

Taş Kesildiler.

“Kork-ma” düşmanlarını çağrıştırdı, “sönmez” yufka tandırını; “bu” buydu, “şafak”ı bilemedi, “larda”yı bilemedi, “yüzen”i bilemedi, “al”, sünnet yorganının rengiydi, “sancak”ı bilemedi İşkenceci. Bildikleri, yani kan davası, sünnet yorganı, bir araya gelemedi.

“Sönmeden”, tandıra atılacak tezekti, “yurdumun” yurttu işte, İstanbul mu, esas memleketi mi bilemedi.

Yan yana koydu, hiçbirini bilemedi.” (s.39)

“Kafdağı’nın ardındaki adam yine dikti görmeyen gözlerini.

“Obskürantizm,” diye söylendi, “bu bir cinayet!”

Mefaret öğretmen duymadı. “Siz yavrum”ları eşleştirdi, el ele tutuşmalarını istedi, sıra boyunca yürüdü, denetledi. Gözleri yere mıhlı, önlüksüz çocuğu o zaman fark etti.” (s.39-40)

İşkenceci’nin önlüğü hiç olmadı. Defterleri kaplanmadı. “Milli eğitim programında defter kaplama öğretimine ayrılmış saat yoktu.” (s.42) Bunlardan daha vahimi okuldaki öğretimin anlam dünyasında karşılığı hiç olamadı. Bu konuda ezberci eğitim sistemi imdadına yetişti. Bu sistem hiçbir zekâ seviyesini dışarda bırakmazdı. Bir de “eğitim seviyesini düşürmemek” adına hak etmediği geçer notlar karnesinden eksik olmayınca “varlığını kanıtlayan” birçok diploma sahibi olabildi İşkenceci.

“Kalp yıkayacak despot henüz doğmamıştı, “sevgi”ler bir beyinlere ezberletildiler.

“Biz Türkçeyi severiz.”

“Bayrağımızı severiz.”

“Anneciğim, seni ben canımdan çok severim.”

“Çiçekleri çok severiz.”

“Öğretmenlerimizi çok severiz.”

“Kedileri çok severiz.”

“Cumhuriyeti çok severiz.”

“Kitapları çok severiz.”

“Ata’mızı çok severiz.”

İkonlarına yakıştırdıkları niteliklerle huzur bulan kadim Yunan ozanları cahiliye şurasına taş çıkardılar. Kayseri’de hükümet konağının balkonuna çıkan, Gazi değil, “bir meşale”ydi. “ılık renkli saçları, şimşek bakışları ile canlı bir alevdi”. “Yeleleri alevden bir ata binmiş”, Zeus misali “aşıyor”du, “yüce dağları, engin denizleri.”

Saçlarının, gözlerinin renginin üstünde böylesine ısrarla durulması, esmer Şark’ın sarışın Batı karşısındaki ezikliği olsa gerekti.

Gücü her şeye yeterdi: (s.56)

“Karar verdi mi, hastalığı değil, ölümü önünden kaçırırdı.”

Her şeyi duyardı:

“Öğretmenimizin verdiği dersi dinler bizimle birlikte Atatürk’ün resmi.”

Her şeyi görürdü:

Her yerde hazır ve nazırdı.

Yol göstericiydi:

“Her zaman, her yerde başkanım.”

Yargıçtı, infazcıydı:

“Kötülüğe uzanırsam, çat kaşlarını, tutulsun ellerim.”

Hiç yanılmazdı hiç ölmezdi.

Öğrenciler kendilerini Müslüman biliyorlardı. Kadiri mutlak, semii mutlak, basırı mutlak, mekândan münezzeh, hadi ül-tarik, meşieti mutlak, hayatı baki, Allah’ın sıfatlarıydılar.  Müslüman küfre girmeyendi.

İşkenceci, kurbanlık olmaya alışkındı. Otoritenin çağrısına teslim olma gereğini bileli niceydi. Şimdi kime tapılacağı sorununu, istenilen açıklıkta olmasa da, Mefaret öğretmen çözdü; beş yıl boyunca her yıl her fırsatta belletti.

“Varlığım Türk varlığına armağan olsun; Bayrağımız senin için veririz canımızı, sen solmayasın diye dökeriz kanımızı; Gazimiz uğruna canlar feda.” Her vatandaşın, menzili dâhilindeki bir otoriteye uğruna kan dökecek kadar bağlanmasının şart olduğu hususunda mutabıktılar; Cumhuriyet eğitimi, Osmanlı kalıtımına destek attı. Mutlak teslimiyete koşullandırmak, pedagojik beyin yıkama faaliyetinin beyni kalp ile birleştirdiği, şizofreniyi def edebildiği yegâne zaferi oldu. Bireye haddi öğretilince geriye kalan, ilahlar arası savaştı. İşkenceci, kazananın elinde kalacaktı.

Kafdağı’nın ardındaki “naçiz vücut”lu adam ilah olduğunun farkında değildi, hüzünle mırıldandı.

“Büyük olmak için kimseye iltifat etmeyeceksin. Hiç kimseyi aldatmayacaksın. Önüne nihayetsiz manialar yığacaklardır. Kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç telakki ederek; kimseden yardım gelemeyeceğine kani olarak, bu maniaları aşacaksın. Sonra da, sana “büyüksün” derlerse, bunu söyleyenlere güleceksin.”

İşkencecilere söylüyordu, duyuramadı.” (s.57-58)

İşkenceci’nin eğitim hayatı yaz döneminde kuran kursunda devam etti. Buranın da Milli eğitim sisteminden hiçbir farkı yoktu. Eğitimin ezberci sisteme dayalı olması, öğrendiklerinin anlam dünyasında bir yer bulmaması, İşkenceci’nin alışa geldiği durumdu. Kıraatının güzel olmaması da buradaki ötekileştirme sebebi oldu. Yeri yine arka sıralardı. Okulda olduğu gibi kuran kursunda da hocasıyla arasında sorgulamamak yönünde karşılıklı sessiz bir ittifak kuruldu.

“…Ne İşkenceci, neden aynı sûrenin bir kitapta, “Ya, Sin! Ey Muhammed!”, ötekisinde; “Ey insan, ey beşerin ulusu!” diye başladığını sordu, ne de Hoca, okulda kızlarla yan yana oturup oturmadığını.” (s.59-60)

“Geri kalan, güncel günahların kefareti, bitmez tükenmez ezber oldu. Hoca ile talebesi, yine aynı iştiyakla sarıldılar kalpazanlığa. Profesyonel İslamiyet işlevseldi. Yine kalbini bir düzleme, usunu öteki düzleme yerleştirdi İşkenceci. Kalbi kendisini çarptırmayanla ilgilenmeyi reddetti; usu hatim indirmiş olmanın değerini bildi, aradan çekildi, otomatiğe taktı. Araf Suresi’nin örnek cehennemliklerinden oldu.

“Onların kalpleri vardır, düşünmezler onunla; gözleri vardır, görmezler o gözlerle; kulakları vardır, duymazlar o kulaklarla.”

Gaflette kalanlardan olduğunu hiç bilmedi. Cehennemlik olduğundan kuşkulandıysa, ezberi olsun beceremediğindendi.” (s.60)

“…Büyük Mızraklı ilmihal” in günahları:

“Evvelkisi ayakta bevletmek; ikincisi, cünüp olarak taam etmek; üçüncüsü, ekmek ufağını hor görüp basmak; dördüncüsü soğan ve sarımsak kabuklarını ateşe atmak… Yirmi dördüncüsü, şalvarını ayakta giymek.” (s.60-61)

“Çağdaş yaşamın nicedir iptal ettiği davranışlardı.

“Günah” modası geçmiş bir kavram oldu; usu sırtını döndü: Kalbinin önüne illelbelagulmübiynler dikildi, lâ-ahlaki gettonun dışına bırakmadılar.

Kafdağı’nın ardındaki genç adam, esefle mırıldandı. “İslamiyet’i Mızraklı İlmihalden bilmek, Bulgar’a bakıp Kapital’i yermeye benzer!”

Duyuramadı.” (s.61)

İşkenceci bir yetişkin olduğunda aldığı eğitimin hakkını verdi. Babasından öğrendiği üzere otoritesi ile halleşti. “Türklerin bu dünyadaki ortak rahimleri devletleriydi.” Recaioğulları olarak hatasını devlet adına çalışarak, ona boyun eğerek giderecekti. Suçluluk duygusu peşini bırakmadı. Bu sebeple olsa gerek, suçunun ne olduğunu bilmediği insanlara işkence uygulayabildi. Büyükleri öyle uygun görmüştü. Onun için işkencenin dehşetinden kurtulmak “radyoda istasyon değiştirmek” kadar kolay oldu. Bu ‘öğreti’nin de hakkını verdi. Hem şiddet uyguladıkları burjuvaydı, ötekilerdi.

“Öfke boğdu İşkenceci’yi. Onlar mahkûm kendisi savcıyken bile eziliyordu. Yurtseverlikleriyle, bilgelikleriyle, paramparça bedenleriyle, ayrıcalıklı alışkanlıklarıyla, ince zevkleriyle…” (s.92)

İşkencecinin bu karamsar hikâyesine karşılık kitabın girişindeki oğlağın hikâyesini hatırlayarak nefes alabiliriz. Böylesi bir esere verdiği emeklerden dolayı kendisine teşekkürü ve minneti borç bilerek son sözü yazarımızın çözüme dair nasihatlerine bırakıyorum.

“Önce kendine güven duymak.

Sonra sebat etmek.

Bütün mucizeler, işte bu iki huydan doğar.” (s.2)
 



 
Köklü, Hatice Sevda

Son Yazıları
İşkenceci
Schrödinger´in Kedisi - Kâbus Romanı’ndan Ön-İnsan Mottoları
Schrödinger’in Kedisi Kâbus Romanı´nın Kavramsal Olarak İncelemesi - Ⅲ
Schrödinger’in Kedisi Kâbus Romanı´nın Kavramsal Olarak İncelemesi - Ⅱ
Schrödinger’in Kedisi Kabus Romanı´nın Kavramsal Olarak İncelemesi - Ⅰ
Schrödinger´in Kedisi - Kâbus


Kavram Sözlüğü


Kitap Tahlillerinizi gönderin, yayınlayalım!
Tasarım GORAL